“Proleterlerin zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yok,
kazanacakları bir dünya var.”
Karl Marx
Bir zamanlar, Türkiye ekonomik bir dönüşümün eşiğinde, belki de yeni bir rüyanın kapısında duruyordu. Fakat son on yıl içinde bu umut dolu bekleyiş, asgari ücretin hâkim olduğu bir manzaraya dönüşerek, hayalleri yavaş yavaş eriten bir seraba bıraktı kendini. Asgari ücretin üstündeki kazançlar, artık uzaktan bakıldığında görülebilen, fakat ulaşılamayan bir vaha gibi. Asgari ücretin artışı, maalesef diğer ücretlerin yükselişine öncülük etmek yerine, ortalama bir gelir düzeyi oluşturarak, ücretler arasındaki farkı giderek yok etti. Dolayısıyla Türkiye adım adım bir asgari ücretliler ülkesine dönüştü.
Geçmişten bugüne, Türkiye’nin ekonomik serüveni, Avrupa’nın en düşük asgari ücretlerinden birine tanıklık ederken; emek gelirlerinin milli gelir içindeki payının azalması, asgari ücretin yaygınlaşması ve değerinin azalmasıyla birlikte bu durum daha da bir hız kazandı. 2012 yılında, Türkiye’nin altında asgari ücrete sahip on iki Avrupa ülkesi varken, bu sayı 2022’ye gelindiğinde sadece ikiye düşmüş durumda. Onlar da Bulgaristan ve Arnavutluk…
Merkez Bankası’nın verilerine göre, on yıl kadar önce asgari ücretle 25 Cumhuriyet altını satın alınabilirken, bu sayı 2022’ye gelindiğinde dramatik bir düşüşle 9’a indi. Bu, asgari ücretin satın alma gücünün nasıl azaldığını, ekonomik gerçeklerin nasıl sertleştiğini gözler önüne seriyor.
Asgari ücret, bir zamanlar yoksulluğun sınırlarını belirleyen çizgiyken, şimdi adeta ortalama bir hayatın maliyeti haline geldi. Gün geçtikçe daha da ağırlaşan bu yük, sıradan insanların omuzlarında bir dağ gibi büyüyor.
Günümüzde, asgari ücretin yalnızca biraz üzerinde kazananların oranı yüzde 48,7’ye ulaşırken, özel sektördeki çalışanların yüzde 21,7’si asgari ücretin bile altında bir gelirle hayatını idame ettirmeye çalışıyorlar. Asgari ücretle ya da daha düşük bir ücretle çalışanların oranı ise yüzde 50,4. Bu, aynı zamanda gelir adaletsizliğine yol açan unsurlardan birisi. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayımladığı Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması’na göre, gelir dağılımı eşitsizliği göstergesi olan Gini katsayısı Türkiye’de yüksek seviyelerde seyretmekte. En zengin %20’lik kesimin milli gelirden aldığı pay ile en fakir %20’lik kesimin aldığı pay arasındaki fark, Türkiye’yi OECD ülkeleri arasında gelir dağılımı adaletsizliği en yüksek olan ülkelerden biri haline getiriyor.
Rakamlara daha yakından bakarsak: 2005 yılında aylık ortalama ücret ve maaş geliri asgari ücretin 2,2 katı iken, 2020’ye gelindiğinde bu oran asgari ücretin yalnızca 1,7 katına düşmüş durumda. 2016 yılında asgari ücretin kişi başına Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya (GSYH) oranı yüzde 59,7 iken, 2022’de bu oran yüzde 43,7’ye gerilemiş. Eğer asgari ücret, kişi başına gelirle orantılı bir şekilde artmış olsaydı, 2022’de brüt asgari ücretin ortalama 5 bin 738 TL yerine 10 bin TL’nin üzerinde olması beklenirdi. Bu rakamlar, zaman içinde asgari ücretin satın alma gücünün ve ekonomik değerinin nasıl değiştiğini gösteriyor.
İşin daha vahimi, kayıt dışı çalışanlarda asgari ücret ve altında ücret alanların oranı yüzde 84,7’ye ulaşıyor. Özellikle kadın işçiler, bu durumdan ağır bir şekilde etkileniyor; çoğu asgari ücretin bile altında bir gelirle çalışmak zorunda kalıyor. Genel olarak asgari ücretin yüzde 10 fazlasını veya daha azını kazananların oranı yüzde 48,7 iken, bu oran kadınlar arasında yüzde 55,6’ya yükseliyor. Bu rakamlar, cinsiyet temelli ücret adaletsizliğinin ve kayıt dışı çalışmanın yarattığı zorlu koşulların bir göstergesi.
Diğer bir taraftan, asgari ücretin yaygınlaşması ve değer kaybı, toplumun sosyal sermayesinin zayıflatmakla kalmıyor, emeğin niteliksizleşmesine de yol açıyor. Eğitim sisteminin yetersizliği, ekonominin zor durumunu daha da ağırlaştırıyor. Ortalama eğitim süresinin düşüklüğü, işgücünün niteliksizleşmesine ve mesleksiz bir toplum yapısının hâkim olmasına neden oluyor. Resmi rakamlara göre, 25 yaş üstü nüfusun ortalama eğitim süresi sadece 9,2 yıl. Bu süre toplumun geneline eşit olarak dağıtıldığında, hiç kimsenin lise düzeyinde bile eğitim almadığını gösteriyor. (Bu yönüyle, egemen sınıfların cehaleti ustaca beslemelerinin nedeni ancak başka bir yazının konusu olabilir.)
Asgari ücretle yaşamak, aynı zamanda sürekli bir endişe ve belirsizlik durumuna katlanmak anlamına geliyor. Gelecekten ne bekleyeceğini bilmemek, çocuklarına daha iyi bir yaşam sunma umudunu kaybetmek… Bu, sadece ekonomik bir mesele değil, aynı zamanda derin sosyal ve psikolojik sonuçları olan bir durum.
İstanbul’un dolambaçlı sokakları, Anadolu’nun bakir toprakları, hayalleri asgari ücretin dar koridorlarına sıkışıp kalmış insanlarla dolup taşmış halde. Bu insanlar, her sabah umutlarını fabrikaların, atölyelerin, ofislerin kapılarında arıyorlar. Ancak akşam olup da yorgun adımlarla evlerine döndüklerinde, ceplerindeki para hayallerini beslemeye yetmiyor.
Eğitimli ve meslek sahibi bir toplumda bu durum yaşanabilir miydi; toplum, demokratik bir çerçevede, emeğinin değerini kararlılıkla savunmaz mıydı? Zayıf sosyal sermaye yapısı, bu savunmanın önüne geçerek emeğin kendi değerini koruma şansını elinden almıyor mu? Bu manzara, Türkiye’nin ekonomik ve sosyal dokusu üzerine kasvet yüklü bulutlar sererken insanların geleceğe dair umutlarını ve hayallerini köreltmiyor mu?
Doğrusu bu tüm soruları hayati bir soruyla noktalamakta yarar var: Gerçekten, asgari ücret cenderesinde yaşayanların kaybedecek neleri var? Görsel bir anlatımla, fotoğraftaki piyonlar neden karın altında?